AHMET HAŞİM
Size önce Ahmet Haşim'in resmini çizeyim: Büyük, fırlak bir
alın. Sonra yine bu alın kadar büyük, sağlam, ortası çukur, fırlak bir çene.
Kaşlar, yukarı doğru çekilmiş, uçları biraz kırık iki şeytan çizgisi.
Gözbebeklerinde altın, demir, bakır karışık bir maden parçasının bütün renk
ışıklarını görürdünüz. Yüzü, taşkın bir neş'e, taşkın bir öfke, taşkın bir arzu
ile kırmızıydı. O, kendi yüzünü, şu mısralarla çizmiştir.
Ürkerim kendi hayalâtımdan,
Sanki kandır şakağımdan akıyor.
Bir kızıl çehrede âteş akıyor.
Bana güya ki içimden bakıyor
Haşim, ölünceye kadar o zeki baştan ürktü. Onun gençliğinde,
pudralı yanak, kozmatikli bıyık, briyantinli saçtı güzel sanılan!
Şair, bu korku içinde, son nefesini verdiği kırk yedi yaşına kadar,
sevmenin, sevilmenin hasreti içinde, yapayalnız yaşamıştır.
Gece, Moda kıyılarında tek başına gezerken, yaprak fısıltılarını,
buse fısıltıları sanan Haşim'i, mehtap bile yaralamıştır:
Oklar gibi saplanmada kalbe
Vurdukça semadan yere mehtap!
Üç Ahmet Haşim var: Şair Haşim, fıkra yazarı Haşim, konuşan
Haşim.
Hemen söyleyim: Üçü de şairdi bunların.
Konuşan Haşim'in tadına duyamazdınız. Bu, tuzu, biberi, hardalı
çok, iştah açıcı yemekler, baş döndürücü sert içkiler gibi bir konuşmaydı.
Onu, biraz huysuz, biraz hırçın, biraz ağulu yapan, mizacından
çok talihiydi. Arkadaşlarının hepsi bir şey olmuştu: Kimi vekildi, kimi
mebustu, kimi elçi... O, mülkiye mektebinde, çok sevilen, az maaşlı bir
Fransızca hocasıydı sade!
O zaman, kelimeler içinde dönen haset çarkında bileniyor ve ok
oluyor, kılıç oluyordu:
Kendisi, ayağında postallar, sırtında kaput, başında kabalak,
Çanakkale cehenneminde askerliğini yaparken, iki dostundan biri Suriye'de Cemal
Paşa'nın yaveriydi.
Öbürü de ciğerleri zayıf olduğu için, İsviçre dağlarında...
Bir dost evinde:
- 'F...' ihtiyat zabiti midir?
diye soran bir hanımefendiye, Haşim, Mefistofeles'i
kıskandıracak kahkahalar atarak:
- Hayır, hanımefendi, demişti, operet zabitidir!
Ama savaş yıllarını, ittihat ve Terakki Hükümetinin yardımı ile
İsviçre dağlarında geçiren arkadaşı için söylediği iki mısra, daha çok
zalimdir:
Bu ne İhsan o değersiz cüceye,
İskelet başlı ciğersiz cüceye!
Bilir misiniz, bu korkunç Haşim, o iki dostu, çok, ama sahiden
çok severdi!
Bir yaz günü, kıpkırmızı bir mayo giymiş, plajda yatıyordum.
Haşim, soyunup vücudunu kalabalığın gözleri önüne seremeyecek kadar ürkekti.
Benim, deniz suyu, temmuz güneşi ve kıvılcım kumda bakırlaşmış derime hasetle
bakarak zehir gibi bir kahkaha çatlattı. Bu kahkahanın arkasında bir nükte
vardı muhakkak. Onu konuşturmak için sordum.
- Ne var Haşim, ne oldu?..
Kendisinin bu çıplaklar arasındaki şapkalı, bastonlu, kravatlı
gülünçlüğünü unutmuş, benim kırmızı mayomla alay etti:
- Mahmut Şevket Paşa'nın tabutuna dönmüşsün!
Haşim, yazarken dünyanın en cesur adamıydı, okurken en korkak.
Akşam, matbaaya bıraktığı fıkrasını sabahleyin gazetede okuyunca ödü
kopardı!"
Portreler, Yusuf Ziya Ortaç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder