15 Mart 2013 Cuma

Anı Örneği-2


AHMET HAŞİM

Size önce Ahmet Haşim'in resmini çizeyim: Büyük, fırlak bir alın. Sonra yine bu alın kadar büyük, sağlam, ortası çukur, fırlak bir çene. Kaşlar, yukarı doğru çekilmiş, uçları biraz kırık iki şeytan çiz­gisi. Gözbebeklerinde altın, demir, bakır karışık bir maden parçası­nın bütün renk ışıklarını görürdünüz. Yüzü, taşkın bir neş'e, taşkın bir öfke, taşkın bir arzu ile kırmızıydı. O, kendi yüzünü, şu mısralar­la çizmiştir.

Ürkerim kendi hayalâtımdan,
Sanki kandır şakağımdan akıyor.
Bir kızıl çehrede âteş akıyor.
Bana güya ki içimden bakıyor

Haşim, ölünceye kadar o zeki baştan ürktü. Onun gençliğinde, pudralı yanak, kozmatikli bıyık, briyantinli saçtı güzel sanılan!

Şair, bu korku içinde, son nefesini verdiği kırk yedi yaşına ka­dar, sevmenin, sevilmenin hasreti içinde, yapayalnız yaşamıştır.

Gece, Moda kıyılarında tek başına gezerken, yaprak fısıltıları­nı, buse fısıltıları sanan Haşim'i, mehtap bile yaralamıştır:

Oklar gibi saplanmada kalbe
Vurdukça semadan yere mehtap!

Üç Ahmet Haşim var: Şair Haşim, fıkra yazarı Haşim, konu­şan Haşim.

Hemen söyleyim: Üçü de şairdi bunların.

Konuşan Haşim'in tadına duyamazdınız. Bu, tuzu, biberi, har­dalı çok, iştah açıcı yemekler, baş döndürücü sert içkiler gibi bir ko­nuşmaydı.
Onu, biraz huysuz, biraz hırçın, biraz ağulu yapan, mizacından çok talihiydi. Arkadaşlarının hepsi bir şey olmuştu: Kimi vekildi, ki­mi mebustu, kimi elçi... O, mülkiye mektebinde, çok sevilen, az maaşlı bir Fransızca hocasıydı sade!

O zaman, kelimeler içinde dönen haset çarkında bileniyor ve ok oluyor, kılıç oluyordu:
Kendisi, ayağında postallar, sırtında kaput, başında kabalak, Çanakkale cehenneminde askerliğini yaparken, iki dostundan biri Suriye'de Cemal Paşa'nın yaveriydi.

Öbürü de ciğerleri zayıf olduğu için, İsviçre dağlarında...
Bir dost evinde:
- 'F...' ihtiyat zabiti midir?
diye soran bir hanımefendiye, Haşim, Mefistofeles'i kıskandıracak kahkahalar atarak:
- Hayır, hanımefendi, demişti, operet zabitidir!
Ama savaş yıllarını, ittihat ve Terakki Hükümetinin yardımı ile İsviçre dağlarında geçiren arkadaşı için söylediği iki mısra, daha çok zalimdir:

Bu ne İhsan o değersiz cüceye,
İskelet başlı ciğersiz cüceye!

Bilir misiniz, bu korkunç Haşim, o iki dostu, çok, ama sahiden çok severdi!        

Bir yaz günü, kıpkırmızı bir mayo giymiş, plajda yatıyordum. Haşim, soyunup vücudunu kalabalığın gözleri önüne seremeyecek kadar ürkekti. Benim, deniz suyu, temmuz güneşi ve kıvılcım kum­da bakırlaşmış derime hasetle bakarak zehir gibi bir kahkaha çatlat­tı. Bu kahkahanın arkasında bir nükte vardı muhakkak. Onu konuş­turmak için sordum.
- Ne var Haşim, ne oldu?..

Kendisinin bu çıplaklar arasındaki şapkalı, bastonlu, kravatlı gülünçlüğünü unutmuş, benim kırmızı mayomla alay etti:
- Mahmut Şevket Paşa'nın tabutuna dönmüşsün!

Haşim, yazarken dünyanın en cesur adamıydı, okurken en korkak. Akşam, matbaaya bıraktığı fıkrasını sabahleyin gazetede okuyunca ödü kopardı!"
Portreler, Yusuf Ziya Ortaç

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder